Bazen sadece izlersin. Elinden, avucundan nasıl kayıp gittiğini izlersin.
Arkasını dönüp, ''peşimden sakın gelme'' dediği anda anlarsın yanlış yönde olduğunu.
O ana tanık olmak istemezdim dersin. Ama başrolde sen varsındır.
Bazen hızlı bir şekilde ayağa kalkıp, ''Seni sevmiyorum'' dediği anda yıkılır dünya.
Beklemezsin kıyametin kopmasını. O anda ölmüşsündür sen. Gerisi ilgilendirmez seni.
Beklemeye gerek yoktur bazen. Ama bekle derler. Yaşa derler.
Kim gibi yaşayacağım? Arkasını dönüp giden biri gibi mi?
Yoksa henüz kendini bile sevmeyen bir adam için mi?
Bir çok ölüme şahit oldum. Ama o gün kendimi göremedim.
Seni gittiğin gün tanıdım.
Bazen kazanmanın iki seçenekten sadece birini seçmek olduğunu söylerler. Dolayısıyla üçüncü bir seçeneğin varlığından haberimiz bile olmaz. (B.T)
28 Mart 2012 Çarşamba
27 Mart 2012 Salı
Forget Her
Her ne kadar forget her(unut onu), dese de yine aklımdan bir türlü çıkamayarak, o yaptığı melankolik şarkının bende yarattığı hezeyanı hatırlamaktayım. Bazen durduk yere aklıma geliyor. ya da aklımdan hiç çıkmıyor. Buna karar verebilmem için aklımın yerinde olması gerekiyor.
Belki de onun sayesinde unutuyorum fakat onun şarkısı hep onu hatırlatıyor. gecenin bir yarısı dışarı çıkıp, ''şehirde hayat uyurken, senin tüm sorunların ayaktadır'' diyor bana. mp3 kulaklığının içinden. sonra da diyor ki ''kendini aptal yerine koyma, o sadece senin için bir gönül yarasıydı''. evet çok haklıydı. o sadece bir gönül yarasıydı.
21 Mart 2012 Çarşamba
Ben kimim?
Gecenin karanlığında yürürken, sokak lambasından saçılan ışıklarla önünü görebiliyordu. Elinde büyük bir çantası, uzun paltosu ve umutsuzca attığı adımları sayarcasına bulunduğu sokağın bir köşesinden diğer köşesine yürüyordu. Gitmek istediği bir yer ya da aklında var olan bir yere gitme gibi bir çabası yoktu. Sıkıntılı bir akşamüstü geçirdiği çok belliydi. Ve fazlasıyla içmişti. Ya unutmak istediği bir şey vardı, ya da onu unutmasına sevk eden içtiği votkalar. Uzun zamandır böyle olduğunu iyi biliyordu. Gecenin bir vakti dışarı çıkıp, alkolün verdiği keyifle birlikte bomboş sokaklarda yürüyüp hava alıyordu. Sonra her zaman, her alkol aldıktan sonra takıldığı şükrü usta'nın salaş seyyar kokoreççi'sine oturdu. Daha yeni yeni kendine geliyordu. Bol acılı ve bol kimyonlu kokoreçi'ni yerken aklına bir soru takıldı. ''Ben kimim''.
Kokoreç'ini bitirdikten sonra sendeleyerek ayağa kalktı. Kirli ve uzun paltosunun cebinde taşıdığı ve dışarıdan yarım yamalak ta olsa göründüğü kitabını çıkardı. Kitabı okuyarak uzun bir yolun başlangıcında olduğunun farkındaydı.
Kitaptan bir parça sesli bir şekilde okuyarak, yoluna devam etti.
''Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım''
Kokoreç'ini bitirdikten sonra sendeleyerek ayağa kalktı. Kirli ve uzun paltosunun cebinde taşıdığı ve dışarıdan yarım yamalak ta olsa göründüğü kitabını çıkardı. Kitabı okuyarak uzun bir yolun başlangıcında olduğunun farkındaydı.
Kitaptan bir parça sesli bir şekilde okuyarak, yoluna devam etti.
''Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım''
13 Mart 2012 Salı
Yargısız İflas
Bazen parasal anlamda iflas etmez birey. Hayata karşı verdiği amansız mücadelenin sonunda da iflas edebilir. Onu iflas etmeye sürükleyen olaylar silsilesi bir yerden sonra durmak bilmeyince, en başta vücudu iflas eder. Sonra sol kaburgası iflas eder. Yukarıya doğru çıkmadan kesilmesi gerekir. Aksi takdir de en zor şekilde yaşamaya çalışır insan.
Ama şunu bilmelidir ki, sadece parasal anlamda iflas etti diye değil, yaşam mücadelesini kaybettiği için iflas eder insan..
9 Mart 2012 Cuma
Hayata Dair
Sadece yeşil sahalar da değil, hayata karşı da sokaklarda birer golcü olmak lazımdır. Golü atan taraf her zaman kazanır evlat bunu unutma. Eğer yenilen gol, atılan golden fazlaysa, ne uzatmalara gider maç ne de santra'ya gitmeye gücün olur..
8 Mart 2012 Perşembe
Şikesiz Gol Olmaz
Haluk abi gençliğinde ne
golcüydü be. Adam her alanda başarılıydı. Bir tek futbolda başarısız oldu ömrü
boyunca. Ona taktığımız golcü lakabını çok büyütmeye gerek yoktu aslında. Çünkü
golcü kelimesi, ya toprak saha da, ya da yeşil sahalarda olurdu. Onun bulunduğu
konum apayrı bir yerdeydi. Mahallenin en atlangoç adamıydı. Mükemmel bir
özgüvene sahipti. İşinde gücünde değildi fakat insan ilişkilerinde zirveye
oynardı. Kendisiyle birkaç kez mahalle maçlarına çıkmıştım. Öyle mahalle maçı
dediğim 10 tane adamın peşinden koştuğu(5 er kişiden yapardık maçları), bir meşin yuvarlağı, 3 direk arasından
geçirmece oyunu falan değildi. Çoğu kez yenilirdik ama hakkımızla yenilirdik.
Haluk abi mahallede en
dikkat çekici tiplerden biriydi. Mahallenin gençlerini korur, kollar, yukarı
mahalleden gelen çocukları kovalardı. Muhtarın hemen yan sokağında bulunan babadan
kalma bir çay ocağı vardı. Bize her Salı o çay ocağının, hemen yolun kenarına
gelecek şekilde bulunan taburesine oturup, sıcak çikolata eşliğinde hikâyelerini
ve ‘’güzel golün şikesiz olmayacağını’’ vurgulardı. Haluk abi’ye saygımızdan dolayı
o cümlenin ne anlama geldiğini soramazdık. Biz de o zamanlar genciz tabi. Böyle
gönül işlerinde tecrübesiz, gördüğü güzel kıza çabuk kanan, hayatı ve tam
anlamıyla kavrayamadığımız, acımasız gerçekleri bulutların üstünde yaşayan
tipleriz. O zamanlarda evren adında bir arkadaş vardı aramızda. Duygusal bir
çocuk. Duygularını yoğun yaşayan, arkadaş ortamımızda fazla söze girmeyen bir
çocuk. Üstelik güzel giden bir ilişkisi de vardı. Gerekte duymazdı böyle
şeylere. Bizle birlikte bulunduğu ortamda, çoğu zaman aklı zeynep’teydi. Onu çok
seviyordu. Erken kaybeden gençlerin arasında, tek kazandığını düşündüğümüz bir arkadaşımızdı
evren.
Bir gün yine güneşli bir Salı
gününde haluk abi’nin çay ocağına çöktük. Oturduğumuz taburelerin hemen
yanında bulunan gazoz kasasına oturan evren, biraz ağlamaklı görünüyordu. Hiç alışık
olmadığımız bir durumdu. Evren rahata düşkün bir çocuktur. Gazoz kasasının
üstünde ne işi vardı. O sırada evrenin bu mutsuzluğu haluk abi’nin dikkatini
çekmiş olacak ki, bana bakıp evreni göstererek ne oldu dercesine bir kafa
salladı. Hemen yanımda oturan evrene dönerek ‘’ne oldu lan, neyin var’’ dedim. O
da haluk abi’ye dönerek, ‘’ağbi Zeynep’in yanında bir çocuk gördüm, aldatıyor
beni’’ dedi. Herkes çok şaşırmıştı. Evren’in ne kadar iyi biri olduğunu hepimiz
çok iyi biliyorduk ve aldatılan en son kişi o olurdu. Evren bunu hak etmemişti.
Her zaman yardımımıza koşan ve bizi kollayan haluk abi, her zaman ki gibi
kendinden emin bir şekilde, ‘’olum bize atılan her golde bir şike vardır, biz
şikesiz gol yemeyiz. Biz ne kadar iyi olursak olalım, en sonunda kaybeden taraf
şikeli golü yiyen taraftır. Ancak george best olmalıyız ki, golü atan taraf biz olalım’’ dedi. Sözlerini tamamladıktan sonra, şiddetli bir
şekilde fokurdayan ocağın başına gitti.
İşte o
zaman aklımıza dank etmişti. Her atılan golde bir şike olduğunu ve hakemin adil
bir şekilde maç yönetmediğini çok iyi anlamıştık..
7 Mart 2012 Çarşamba
Küçük mutluluklara dahi sahip olamamak, büyük mutsuzluktur aslında.
Bir mutluluk simgesi olarak pazar günü. Evet pazar günüydü. Üstatla sahil kenarında oturmuş, havada uçuşan martıları izleyip, kafaları çekiyorduk. Her hafta olduğu gibi. Deniz kokusunu burnumuza çekip, sahilde dolaşan mutlu ailelere bakıp iç geçiriyorduk. Sonra cengiz abi’ye dönüp, boşvermiş bir tavırla ‘’yav biz ne zaman şu sktgmn bostanlı sahilinde denize gireceğiz abi’’ dedim. O da bana,’’Votka bize yaramıyor be, bira’dan vazgeçmemek lazım değil mi canım kardeşim’’ dedi. Çenesini sıvazlayarak bana baktı. Mevzular karışıktı, anlatmak istenilenler ters yöndeydi. Bende mevzuya hakim olduğumu hissettirebilmek için ‘’evet abi öyledir’’ dedim. Ardından ayten napıyor, görüyor musun? Dedi.
Ayten abla uzun yıllar önce, cengiz abi’yi bırakıp, zengin bir adamla evlenmişti. Üstelik bunu cengiz abi askerdeyken gerçekleştirdi. O günlerde cengiz abi yalvar yakar askere gitmeden önce ‘’nişanlanalım ayten’’ diye tutturuyordu. Fakat ayten abla’nın paragöz babası bu ilişkiye karşı çıkıyordu. Cengiz abi, oto tamircisiydi. Geleceği parlak değildi. Askere gitmeden nişan yapılsa, gitse-gelse, memlekete dönse ne değişecekti. Yine fakirlik ve çile peşlerini bırakmayacaktı. Ayten abla mahallenin en güzel kızıydı. Cengiz abi de öyle hiçe sayılacak bir adam değildi. Kadir inanır gibi herifti lan.
Ayten ablanın babası’nın, aile ahbabı olan fevzi dayı’nın oğluyla everdi ayten ablayı. Biz o zamanlar küçüğüz tabi. Cengiz abi haberleri benden alıyor. ‘’Aman ablana sahip çıkıver kardeş, yokluğu mu aratma ha’’ diyerekten hafta da en az 3 mektup yazıyordu. Bende ‘’olur abi’’ deyip vazifemi yerine getirmeye çalışıyordum. Sonralarda düğünü söyleyemedim, cengiz abi’ye. Gurbet ellerde kendine bir şey yapar diye ses etmedim. Uzun bir askerlik dönemini yedikten sonra, memlekete geldi. Otogar’da ilk karşılayan bendim. Otobüse atladık mahalleye geldik. Otobüste göz gezdirdim, ‘’cengiz abi ne kilo almışsın yav’’ dedim. ‘’Ee öyle koçum, askerlik bu, yemek buldun ye, dayak buldun kaç olayı var. Seni de göreceğiz 5 yıl sonra’’. Ha-ha. Gülmüş gibi yapıp, ineceğimiz durağa geldik. Ee nurten napıyor görüyor musun? Dedi.
İşte bir Pazar günüydü yine. O soruyu soralı tam 8 yıl geçmiş, üstatla sahilde kafaları çekiyorduk. O an aklıma geldi, biraz yüzüm kızardı, biraz moralim bozuldu, bir yudum aldım biradan ve ‘’Üzülme be abi’’ dedim.
Gözleri dolu ve ıslanmaya yakın bir şekilde bana dönerek dedi ki, ‘’şimdi, eğer ayten beni bekleseydi, evlenmiş olup, mutlu bir Pazar günü, çocuklarımızla birlikte şu sahilde dolaşan mutlu ailelerden biri olabilirdik. neyse geldi geçti, üzülmemek gerek artık.’’ Birasından fazlaca bir yudum alıp, devam etti. ’’Fakat ben askerden geldikten sonra ne bir ufak mutluluğum, ne küçük bir tebessümüm kaldı hayata karşı. Ve canım kardeşim şunu anladım ki, -küçük mutluluklara dahi sahip olamamak, büyük mutsuzluktur aslında’’
‘’Haklısın abi’’ dedim.
Bankta otururken önümüze oynadığı topu kaçırmış, ufak bir çocuk geldi. Çocuk kaybolmasın diye, cengiz abi atıldı, çocuğa dedi ki, ‘’annen nerede senin bakayım ufaklık’’, çocuk ayten ablayı göstererek, ‘’işte orada’’ dedi..
Bilmem kaç pazar günü o sahilde içtik, fakat öyle bir pazarı ömrümüz boyunca unutamayacağız. Ben ve cengiz abi..
25 ağustos 2003 - Bostanlı sahili
Mutluluk herkese yakışmazdı çünkü.
Tatlı bir heyecan
vardı gözlerinde. Üstelik birçok kez prova yapmasına rağmen, halen yolda
yürürken kendi kendine konuşması görülmeye değerdi. Uzun süre ayna karşısında
alıştırma yapmak, ona çok tuhaf gelen bir davranış şekli değildi. Alışıktı
kendi kendine konuşmaya ve ayna karşısında kendine uzun süre bakmaya. Her sabah
olduğu gibi ayna karşısında uzun süre kendine bakarak, uykulu gözlerle sabahın
o iğrenç buğulu ve bir o kadar da sıkıcı gününe merhaba diyordu. O sabah diğer
sabahlardan farklıydı. Uzun uğraşlar neticesinde hayatının çıkmaz yolunun hemen
dönemecinden yavaşça sıyrılmak istiyordu aydınlığa. Aslında bu düşünceye 2009
yılının sıcak bir yaz akşamında şevket abisinin alsancak’ta bulunan,
(genellikle mekân içerisinde eski plaktan çalınan zeki müren ve meyhane
şarkıları eşliğinde), keyifli bir akşam yemeğinde konuşacaktı. Mekan gayet
sakindi. Dertleşmek için en uygun yerdi o gece. Yan masada ki delikanlı evlilik
teklifi yapmaya hazırlanıyor, bir elinde nişan yüzükleri, diğer eli
sevgilisinin avucunun içinde, kız çok heyecanlı, teklif edeceğini biliyor
herhalde sürpriz olmayacak..Diğer masada, şevket abinin hemen arkasında ki
masada gençler kendi aralarında eğleniyorlardı. Onların masa ise sakindi.
Fırtına öncesi sessizlikten bile beterdi. Masanın en ufağı yani selim sakilik
görevini üstlenmişti. Hesap şevket abinin olduğu için ve araç sıkıntısı da
olmadığı için gecenin ve sohbetin nereye gideceği kestirilemiyordu. Rakılar
tazelendikçe, haydari ve patates püresi de tazeleniyor, efkâr ve konuşmak
istenen konular daha bir ön plana çıkıyordu. Saat 22.00 gibi oturdukları mekândan,
2 saat geçmesine yakın mevzuya girdi Selim. Şevket Abisi ilgilenir bir yüz
ifadesiyle dinliyor bir yandan da etrafı kesiyordu. (Karı kız mevzusuna biraz
düşkündür.) derin bir sohbete dalınmış, selim’in yarın sabah ki büyük buluşması
için tüyolar alınıyordu.
Gece 02,30 gibi
çıkıldı mekândan. Gümrük durağında bulunan, gececi bir kokoreçci’nin yanına
çöktüler. Herkes birer yarım yedi. Sonrasın da evin yolunu tuttular.
Oyun oynamak, Oynayabilene kolaydır
Henüz iki saat geçmişti üstünden. Olayın kapandığına dair
beklentiler yüksekti. Bir karamsarlık hâkimdi. Martı seslerinin yoğunlaştığı
denize yakın olan nemli bir park köşesiydi. Denizin o nefis kokusu, parfüm olarak
kullanılabilirdi. Uzun bir sessizliğin ardından, sert ve hırçın bir ses tonuyla
‘’-sen ne piç bir insansın. Defol git buradan seni görmek istemiyorum’’ dedi. Bir
park köşesiydi. Yolun geçtiği asfalttın hemen altında bulunan ıssız bir park
köşesiydi. Allahın her günü orada geçer mi ULAN! diyerek iki ay boyunca o parkın nemli
banklarında oturuyordu. Bazıları memnundu orada oturmaktan. Başka çareleri de yoktu
ki. Anlatmak istediği çok şey vardı aklında ama hangisinden başlayacağını
bilemedi. Gürültüsüz, patırtısız ve sakin olmalıydı. Çünkü onun için doğru
insan değildi. ‘’Bu oyuna son verelim’’ dedi. Çok yorgun gözüküyordu. Hayatında
ki her şey normalmiş de bir tek o gün çok kötüymüş gibiydi. Yoksa her gün
perişan bir haldeydi. Buna inanabiliyordu. ‘’Neden’’ dedi. Neden ben! oyun
oynanacak son kişi bendim ULAN!
-Sen beni hiç sevmedin değil mi evet bunu çok iyi biliyorum.
Sen yokken telefonlarını karıştırıyordum ve beni sevmediğini bildiğim halde
acaba düzelir mi diye çok uğraştım ama senden adam olmaz! Bunu şimdi anladım. Allah
cezanı versin pislik herif! Defol git.
Hemen bulunduğu yerden kalkıp gitmek istedi ama onun gönlünü
almak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. ''Daha kendini bile sevemeyen adam,
nasıl olurda bir başkası onun için ölümü göze alırdı''. Böyle bir oyunu neden
oynadığını hiç bilmiyordu. Daha önce ona böyle bir oyun oynanmasından ötürü
olabilirdi. Yavaş adımlarla merdivenlerden çıktı, gecenin karanlığında kısık
bir sesle;
-Oyun oynamak, oynayabilene kolaydır..
kadınmış, adamın yazısını güzelleştiren
98 dünya kupası finalinin, yaklaşık 18.dakikasında,
(bir korne vuruşu sırasında) yanımda oturan bir Türk'ün
laf arasında ki şu sözleri dikkatimi çekti..
--------------------------------------------------------------------------------
Henüz iki saat vardı gelmesine
gelen yolcular peronunda beklemektense,
Her zaman takıldığı asım ustanın, genellikle ''neşet ertaş'' çalan mekanında oturmak daha mantıklıydı.
her zaman olduğu gibi biraz beyaz peynir, biraz leblebi ve bir ufak rakı söyledi.
doğru yerde doğru zamanda oturuyordu.
ona olan uzaklığı 2 adımdı fakat kilometrelerce uzaktı sanki,
ne adım atmaya gücü vardı,
ne de gözgöze gelmeye,
sadece göz ucuyla baktıgında saçlarını düzeltmesi onu huzurlandırmaya yetiyordu.
siyah küt saçlıydı.
gözleri tanımlayamadığı billurlukta bir karışımdı.
ne çok yeşil ne çok mavi,
sadece gözlerine bakarak bir ömür geçirebilirdi.
ve böylelikle günler günleri, aylar ayları kovaladı.
değişen sadece hava durumundaki parametrelerdi.
ve birde borsadaki bir miktar dolar hesabı.
artık eskisi gibi 1,5 iskender söyleyip yanında light kola içmiyordu.
uğrak mekanı haline getirdiği bornovanın ücra köşelerine de takılmıyordu artık.
sosyal yardım projelerine de katılmıyordu.
kaldırım mühendislerinin en çok saygı duyduğu ustaları, işi bırakmış,
malezya da halı dokuma işine girişmiş. çok para varmış o işte diyerek sayıklıyordu.
ne zaman geleceğine dair bir düşüncesi yoktu. oturduğu taburesinden yavaşça ayağa kalktı.
elini kaşının üstüne koyarak, beklediği kişiyi kalabalık arasında daha iyi seçeceğine inanıyordu.
ümitsiz bir bakış attı kalabalığa, tekrardan oturdu yerine ve,
''-asım usta, bir ufak daha versene'' dedi.
tarifi imkansız bir serüvende başbaşa kalmış, yalnız bir adamın sitemiyle birlikte..
konuşması bitmeden şu sözlerini tamamladı...ve bana dönerek dedi ki;
* * * * * * *
bugünlerde şunu farkettim
kadınmış adamın yazısını güzelleştiren..
----------------------------------------------------------------------------------
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)